Bir Türk’ün, hayal gücünü yoğurup, kelimelere dans ettirmesiyle ortaya çıkan bir eserin tanıtımı bu karşınızdaki. Her yerde ona olan övgüleri duyduğunuz, ama nedense, tıpkı benim, gibi tereddüt ettiğimiz bir kitap bu: Puslu Kıtalar Atlası.
İşte sözün kilitlendiği yere geldik. Neden mi? Çünkü İhsan Oktay Anar öyle bir kitap yazmış ki, okurken sayfalar parmaklarınızdan kayarak aksa da anlatırken dilinize kilit vuruyor. Bu kitabı anlatmak o kadar zor ki…
Öncelikle ilginç bir ayrıntıyla başlayalım. Kitabın kapağındaki her bir kahraman kitap içinde geçiyor. Bu çok güzel ve bir o kadar da ilginç bir ayrıntı. Kitabı okudukça dönüp kapağa bakarsanız anlatılan bir karakteri mutlaka orada bulacaksınızdır.
1995 yılında ilk defa yayınlanmış bu kitap, aynı zamanda yazarın ilk kitabı. Bendeki 29. baskısı ve 2006’da basılmış. Gerisini siz düşünün.
Dili ise eski Türkçe ağırlıklı. Bu size ağır gelebilir ve hatta sıkabilir. Ama pes etmeyin! Sonradan bu dile alışıyorsunuz ve ağır eski Türkçe sözler hafifliyor. Böyle bir anlatım benimsemesi ise, olayların geçtiği zamanı iyi yansıtmak adına hoş bir değişikliktir. Konuya geleyim uzatmadan.
İhsan Oktay Anar’ın şöyle bir tarzı var, hiç kimse tamamen başkarakter değil. Yan karakterlerini süslemiş ve detaylarla sizi oldukça eğlendirmiş bir yazar. Kullandığı üslubu ve tarzıyla tamamen kendine özgü.
Olaylar, M.S 1681’de İstanbul’da geçmektedir. Ama onun deyişiyle “ Konstantiniye” deyiz. Yazar bunu bile size pat diye söylemiyor. Lafı öyle evirip çeviriyor ki kitabın başında, cümle bitip siz anlamak için yeninden aynı cümleyi okuduğunuzda bu sonuca varıyorsunuz. Cümleleri oldukça uzun; ama hayır, sıkmıyor. Aksine, cümle ilerledikçe detaylarda boğulmak yerine her bir kelimeyle daha çok okuma isteğiyle doluyorsunuz. İstanbul’un her bir köşesine gidiyor okuyucu. Galata meyhanelerinde içip, sokaklarda naralar atıyor; saray avlularına şöyle bir uğruyor, Ermeni ve Rum semtlerinde esnafla alışveriş yapıyoruz. Güzelim İstanbul’un her noktasına nüfuz ediyoruz kısaca.
Peki anlatılan olaylar neler derseniz şöyle buyurun:
Arap İhsan isimli amansız bir korsanla başlıyoruz hikâyeye. Galata’ya yanaşan gemiden, kulağından tutuğu Alibaz isminde bir çocukla evine gitmektedir. İşte burada bile hayal gücünün ürünlerini görmeye başlıyoruz. Alibaz, üç yaşına kadar afyonla uyutulmuş bir çocuktur. Zira çok yaramazdır, bu nedenle de uyusun da kurtulalım mantığıyla afyonla susturulmaya çalışılmıştır. Afyona karşı kazandığı bağışıklık onu uykudan etmiştir. Feci bir biçimde yaramaz olmasıyla birlikte, uyumaması da etrafındakileri çileden çıkarmaktadır. Arap İhsan ise tam bir külhanbeyidir. Tepesinde bir tutam bırakılacak şekilde kesilmiş saçı, sırtında ve geniş göğsündeki savaş ve kırbaç izleriyle süslü iman tahtası( yazar böyle diyor) ile tam bir yiğittir. Ama bir o kadar da belalı. Öyle ki, Venediklilere saldırdıklarında, sırtında dev sandıklarla kaçarken, arkasından kurşun sıkanlarla alay etmeyi adet edinmiş bir korsan. Nasıl Alibaz uyku nedir bilmiyorsa, Arap İhsan da korku nedir bilmiyor. Evine gittiğinde ise ana karakterler diyebileceğimiz diğer iki kişiyle tanışıyoruz. Bunlardan biri Arap İhsan’ın yeğeni, Uzun İhsan Efendi. Bu karakter hayli ilginç, çünkü hikâyeyi yönetme gücü var. Ayrıca, bu gücünün kaynağı ise yazara çok benzemesidir. İhsan Oktay Anar gibi, uzun boylu ve çekik gözlü. Ayrıca adaşlıkları da ortada. Yazar bunu başka kitaplarında da yapıyor. Diğer kitaplarında da başka Uzun İhsan Efendiler çıkıyor karşımıza.
Devam edecek olursak, Uzun İhsan Efendi’nin oğlu Bünyamin var bir de. Yakışıklı bir genç kendisi ve babasının beyaz teninin aksine, büyük dayısı olan Arap İhsan gibi esmer bir delikanlı.
Arap İhsan, yeğeni olan Uzun İhsan Efendi’ye sövüp sayıyor her defasında. Çünkü Uzun İhsan Efendi bol bol uyuyor. Hem de nerdeyse tüm gün. Bir de dünya haritasını çıkaracağını iddia ediyor. Arap İhsan bilmese de, Uzun İhsan Efendi uyuyarak bunu gerçekten yapıyor. İçtiği yeşil bir sıvıyla, rüyalarında dünyayı gezerek bir atlas oluşturuyor. Bu atlası oğluna verdiğinde ise adını “Puslu Kıtalar Atlası” koyuyor.
Bir gün Bünyamin lağımcılar ocağına katılıyor. Bir kale kuşatmasında, kaleden kaçırılacak casus içim tünel kazmakla görevli bu ekip. İşte hikâye tam da burada, Bünyamin’in hayatının alt üst olduğu noktada başlıyor…
Casusu kaçırırlarken yüzüne inen bir zincir zırh ve soğukla anında yapışıp, ardından düşman tarafından acımasızca çekilmesiyle yüzü akıp gidiyor. Artık o yakışıklı yüzün yerini çirkin bir dilenci alıyor.
Kaçırılan casusu Zülfiyar adında Teşkilat-ı Humayun’un bir üyesi. Bu casusluluk teşkilatının 2 numaralı adamı kendisi. Kaleden aldığı şey ise, kitap sonuna kadar tam bir muamma.
Kara metalden bir para getiriyor yanında. Önemi çok büyük ama bu para gibi şeyin üstünde ne bir turpa var ne başka bir şey. Kaçmaları sırasında onu Bünyamin’e atıyor ve yüzü tanınmaz hale gelen Bünyamin’i, savaşta yaralanmış bir yeniçeri sanınca, Bünyamin’in bu esrarengiz kara parayla kaçtığına kanaat getiriliyor. Artık Zülfiyar’ın teşkilattan gelen yeni görevi, Bünyamin’i yakalamak.
Teşkilat-ı Humayun öyle bir ekip ki, devletin her yerine hükmedebiliyorlar. Yıllarca padişahlara hizmet etmiş ve sadece başa gelen padişahlara kendilerini açıklamışlar. Ama yeni başkanları Ebrehe diğer liderlerin tam tersi. Bu garip adam, bilme arzusunun esiri ve elindeki güçle kendi zevkleri için sahte belgeler, kılık değiştirmeler ve daha fazlasıyla hayatlarını kontrol ediyor. Peki Ebrehe tarihte kimdir? Kabe’ye fillerle saldıran Hıristiyan komutandır kendisi. Kur’an da adı geçmektedir. Eh, kitapta da iyi bir insan değil.
Bünyamin’e geri dönecek olursak, kendisini yeniçeri sananlara hafızasını kaybetmiş gibi davranır ve babasının yanına döner. Gittiğinde ise durum vahimdir… Kara parayı aramaya gelen yeniçeriler, Bünyamin’in yerini söylemesi için Uzun İhsan Efendi’ye işkence ederler ve evlerini yakarlar. Uzun İhsan Efendi artık gözleri oyulmuş ve burnu kesilmiş sakat bir adamdır. Ama bu kadar basit midir her şey? Uzun İhsan Efendi’de şaşırtıcı olaylar bitmez. Tıpkı gören ve etrafına yön veren bir güçle kuşanmış gibi hayatına devam eder ve herkese yön verir. Oğluna ettiği bir laf vardır ki, kitap sonunda ne demek istediğini anlıyoruz.
Alibaz’a gelecek olursak, okula başladığında zamanla çocuk çetelerinin başı olur ve Eminönü’nde oyuncakçıları yağmalarken görebiliriz kendisini. Hep kitaplarda okuduğu “Efrasiyab” ünvanını alır. Peki Efrasiyab kimdir? Kendisi Alper Tunga’dan başkası değil. Bu isim ona, İranlılar tarafından verilmiştir. Bir kere daha gördüğünüz gibi İhsan Oktay Anar, tarihsel kişileri alıp farklı rollerde, ama gerçeğe yakın biçimlerde kitabına katmıştır. Efrasiyab yine bir kahramandır ama bir kitap kahramanıdır bu eserde.
kaynak:kayıprihtim