Nazım Hikmet, kendini adadığı işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi uğruna mahpusa düşmeyi göze aldı. İlhamını Ekim Devriminden, dayanağını Marksizm’den aldığı mücadelesini yalnız kağıt üzerinde bırakmadı, yaşamının bütününe yaydı. Güzel günlerin hayali için adanmış ve bu uğurda bedeller ödenmiş bir hayattı onunkisi…
Hayatının her döneminde halkla yürüdü, halkla ağladı, halkla güldü. Hiçbir zaman dünyanın haline üç maymunu oynayan sözde sanatçılardan olmadı.
Nazım Hikmet’i ilk defa ‘Kız Çocuğu’yla tanıdım. Babam gazete kuponlarından Nazım Hikmet seti almıştı. İlkokuldaydım daha. Şimdi isimlerini anımsayamadığım birkaç şiirini okumuş ama anlamamıştım. O güne ilişkin aklımda tek kalan Kız Çocuğunu okuyuşum ve babama giderek “Hiroşima ne?” diye soruşumdu. Dünyaya hala pembe gözlüklerinden bakan bir kız çocuğuyken Kız Çocuğu şiiriyle tanıdım Nazım’ı. Dünyanın gerçek yüzünü Nazım’la gördüm ben. Şiiri Nazım’la öğrendim, şiiri Nazım’la sevdim. Düşünmeyi, sorgulamayı, sormayı, araştırmayı Nazım’da öğrendim.
Nazım Hikmet 17 Ocak 1902’de doğdu. Nazım’ı vücuden Ayşe Celile doğurdu ama bugün bildiğimiz, bugün okuduğumuz, aradan yıllar geçmesine rağmen mücadelemizde umut ışığı bulduğumuz Nazım’ı Ekim Devrim’i doğurdu. Evet o zamana kadar dünyanın sorunlarını gören, daha küçücük yaşında annesine Fransız İhtilalini anlattıran bir adamdı o ama, Ekim devrimiyle ayakları yere daha sağlam bastı. Her daim ezilen, sömürülen, haksızlığa uğrayan ve bu uğurda dövüşen halkların sesi oldu. Kalemini her zaman emperyalist düzene karşı özgürlük rüzgarını büyütmek için kullandı ve egemen sınıfın yalakalığını yapan edebiyata her daim karşı çıktı. Kendini adadığı işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi uğruna mahpusa düşmeyi göze aldı. İlhamını Ekim Devriminden, dayanağını Marksizm’den aldığı mücadelesini yalnız kağıt üzerinde bırakmadı, yaşamının bütününe yaydı. Güzel günlerin hayali için adanmış ve bu uğurda bedeller ödenmiş bir hayattı onunkisi.
Hayatının her döneminde halkla yürüdü, halkla ağladı, halkla güldü. Hiçbir zaman dünyanın haline üç maymunu oynayan sözde sanatçılardan olmadı.
… Ve dövüşebilirim.
Doğru bulduğum, haklı bulduğum
Güzel bulduğum her şey ve herkes için
Yaşım başım buna engel değil…
1938-1942 yılları arasında kaldığı Bursa cezaevinde Nazım geçen süreyi şöyle anlatıyor: ” Zeytinlikler beş defa yeşerdi, kestaneler beş defa çiçek açtı, beş defa Yeşil Bursa yapraklarla kuşandı ” .
Cezaevlerinde geçirdiği 12 yılı aşkın sürede 24 kere yapraklarını döktü ağaçlar, 144 tane dolunay görüldü dünyadan. Bu zaman diliminde dünyayı mahpushane duvarlarına sığdırdı, dökülen yaprakları şiirlerine, kaçan dolunayları resimlerine sakladı. Elbet kırgınlığı vardı ama asla pes etmedi. “Güzel günler göreceğiz.” dedi, güneşli günler. İlk şiiri on dördünde yayınlanmış, ilk mahpusluğunu on beşinde yaşamıştı Deniz Harp öğrencisi olduğu zaman. On beşinde de yılmamıştı mahpusluktan, kırkında da.
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
“Sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke”
demeyeceksin
Yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık,
boynunun borcudur fakat,
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.
Bursa cezaevinde “Baba” derlerdi ona, kendisinden on beş yaş büyük Selim Ağa bile. Saygıyla karışık bir sevgi duyarlardı Nazım’a. Tam anlamıyla bir baba sevgisi. Çünkü baba edasıyla kucaklardı insanları. Yargılamadan, küçümsemeden. Cezaevinde adam öldürme suçundan hüküm giyen bir mahkumla yaptığı konuşma Nazım’ın babacanlığını anlamamız için yeterli olsa gerek: “Otuz sene, eyvah! Hangi suçtan Remzi? İnsan öldürmüşsün ha? Nasıl olur? Kışkırttılar mı diyorsun? Nasıl olur ama? On lira için insana el kaldırmak olur mu, evlat? Elbet, elbet, cahillik, fakat otuz sene yatmak da ne demek! Elbette, sen de insansın. Fakat kendine ne diye kıyıyorsun?”