Hayalin Kimyası

hayalin-kimyasi

Jack London’ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, kahramanın aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kitap üzerine bir inceleme yazısı.

Martin Eden’ın ev sahibesi Maria Silva ile bir akşam oturup ucuz şarap içtiği ve ona “Alacaksın! Alacaksın!” diyerek taahhütlerde bulunduğu sahne, bir romanda okuyabileceğimiz en etkili bölümlerden biridir. Karşısındaki heyecanlı gencin “Ne dilersin hayattan?” şeklindeki sorusuna Maria önce mütevazı bir cevap verir ve çocuklarına ayakkabı ister (Maria’nın tam yedi çocuğu vardır, üstelik bekar bir annedir.) “Alacaksın!” der Martin ve sorusunu yineler, “Ama benim dediğim büyük bir dilek; istediğin büyük bir şey.” Maria Silva yine bir şeyler söyler. Martin tekrar “Alacaksın” der ama bununla da yetinmez: “Başka?” Maria duraksar, evinin bir odasını kiralayan bu işsiz gencin ne yapmak istediğini anlamamıştır. Maria’nın bocaladığını gören Martin durumu daha da karıştırır: “Şimdi sen asıl büyük dileğini söyle. Düşün ki ben tanrıyım ve dilediğin herhangi bir şeye sahip olacağını söylüyorum sana. Sen de o dilekte bulunuyorsun.”

İçindeki potansiyeli bilen ve bunu gerçekleştirmek konusunda fazlasıyla azimli olan birinin vaatleridir bunlar. Bunda o akşam içinde bulunduğu ortamın ve içtiği şarabın da mutlaka etkisi vardır ama Martin Eden her halükârda ne dediğinin farkındadır. Sahip olduğu sınıf bilinci uzun süredir duygularını bilemektedir; baktığı her yerde, içine doğduğu sınıfla diğeri arasındaki farkları görmektedir. Bu öyle bir dönemdir ki Martin Eden okuduğu kitaplarla bir yandan dünya görüşünü şekillendirirken bir yandan da kalemini keskinleştirir. Özündeki yazar cevherini görmektedir ve buna ulaşmak için çalışır, çok çalışır.

O geceki gönül zenginliğinin ve bol bol vaat dağıtmasının aksine Martin’in ertesi gün yapmak zorunda olduğu bir iş vardır: Gidip ceketini rehinciye vermek! Bir yazar olarak henüz rüştünü ispat etmediği (ve etrafındaki insanların buna pek de ihtimal vermediği) bu dönemi açlık ve yoksulluk içinde geçirir. Hoşlandığı kız Ruth içinse durum farklıdır. O, varlıklı ve soylu bir aileden gelmektedir, bu tür konular hakkında bir tür değişmezlik algısına sahiptir; yoksulluk onun için verili bir durumdur. Şöyle der yazar Ruth için: “… yoksulluğun geliştirici olduğu yönünde rahatlatıcı bir orta sınıf duygusuna sahipti.” 


Gerçeğe olan açlığına ve maddi dünyaya dair tüm farkındalığına rağmen Martin Eden’in başat özelliği aslında bir hayalci olmasıdır. Bu yazının girişinde vermeye çalıştığımız “Alacaksın!” sahnesi de sanırız bu görüşü destekler. Jack London bir yerde Martin’in bu özelliğine atıf yapar: “… Sonra hayalin kimyası devreye girdi, o kadın ve kızlar Martin’in zihninde geçit yaptı ve her geçen kız Ruth’un görkemini gözünde büyüttü. Ruth’un okuduğu her şeyi anladığını ve yazıya dökülmüş düşüncenin güzelliği karşısında içinin titrediğini görmek mutluluğunu daha da arttırdı.”

Jack London işçi sınıfından gelmiş bir yazardır. Gençliği denizlerde geçmiştir. Çeşitli işlerde çalışmış olması ileride kuracağı yazarlık kariyeri için inanılmaz bir birikim oluşturmuştur. Yoksa Martin’in Joe ile beraber çamaşırhanede ölürcesine çalıştığı bölümde ulaşılan dramatik anlatıma bir yazar kolay kolay ulaşamaz.

İşin tuhaf yanı, yoksulluk ve mücadeleyle ile örülmüş bu romanda okuyucu karşısında zaman zaman düpedüz komik bir karakter bulur. Martin’in sakarlıkları, düşündükleriyle yaptıklarının birbirini tutmaması ve ani çıkışları okuyanı sıklıkla güldürür. Doğrusu Martin Eden’ın edebiyat tarihinin en sahici karakterlerinden birine dönüşmesinde yazarın bu sert ve gerçekçi öykünün içine kattığı mizahi unsurların büyük rolü vardır. Burada okuru bekleyen, hırslı bir gencin yazarlık serüveni değildir sadece; roman boyunca onun entelektüel gelişimine de tanık oluruz. Martin’in düşünsel dünyası sosyalizm, bireycilik, evrim teorisi veya resim sanatı üzerine yapılan tartışmalarla şekillenir; zihinsel gelişimi bu süreçte Kant’la, Herbert Spencer’la beslenir- özellikle “sevgili Spencer’ıyla.”

Ve en son olarak, yazıyla ve yazma edimiyle uğraşanlara özel şeyler söyleyen bir romandır elimizdeki. Kahramanımızın dergilere gönderdiği öyküler, makaleler bir türlü yayımlanmaz; o kadar ki, Martin bir süre sonra aslında dünyada ‘editör’ diye kanlı canlı insanların bulunmadığına hükmeder. Karşı tarafta, yani mektupların gittiği yerde, bir makina vardır sadece- bütün kağıtları alan, onları dişlilerin ve çarkların arasında ezen acımazsız bir alet. Martin’i en çok inciten, büyük ihtimalle, onun ilgilendiği ve üstüne yazdığı konuların insaniliğine karşın öbür uçta bütünüyle duygudan yoksun, kalpsiz bir mekanizma olmasıdır. Burada Jack London, insani dertler, sanatın yüceliği ve medeniyetin gelişimi gibi konulara kafa yoran karakterinin karşısına büyük bir makine, bir cihaz koyarak biraz da insan tekinin sistem karşısındaki yalnızlığına vurgu yapmaktadır sanki. Ama umut ve hayal hiçbir zaman bitmez: Martin Eden’in yazmaya devam etmekten ve bir gün bu çarklardan birinin bozulmasını beklemekten başka bir şansı yoktur.  


Romanın bir yerinde, Jack London Martin’in dergilerle imtihanını anlatırken yazıyla uğraşanlar için çok anlam ifade eden şu sözleri eder:

“… Gerçi fikri netleşmişti artık, sükunetle bildiğini yapmaya devam etti. Alışkanlık edinmişti, bir konu üstüne uzun uzun düşünüyor belli bir fikri olgunlaşmaya ulaşıyor; sonra da bu düşüncelerle daktilonun başına oturuyordu. Basılıp basılmaması o kadar büyük bir mesele değildi. Konunun yazılması uzun bir sürecin tepe noktasıydı...Böyle bir makale yazmak, zihnini temizleyip boşaltarak yeni malzemelere, yeni meselelere amade kılmak üzere giriştiği bilinçli bir çabaydı.”

Yorum Yap

Yorumlar