Bazı kültürel etkileşimlere güçlü eleştiriler sunmaktan tutun da tehlikeli otoriterlerin ağır cezaları karşısında insanın gücünü ve hersını ortaya koymaya kadar distopik romanlar, geleceğin farklı toplumlarını resmederek okurlarına bir tür yol göstericilik yapıyorlar. Hadi bir zaman makinesine binelim ve bu distopik toplumların her birine tek tek konuk olalım.
Biz (1920), Yevgeny Zamyatin
Rusya’nın en aykırı yazarlarından olan Yevgeny Zamyatin, 1920’de belki de en temel distopik metni kaleme almıştır. Rusya 1988’e kadar basımını yasaklamış olsa da Benim (ya da İngilizcedeki ismiyle Biz) ülkede el yazması olarak dolaşmış ve 1924 gibi erken bir tarihte Amerika’da yayımlanmıştır. Roman, numaralarla tanımlanan, cam evlerde yaşayan, atanmış seks partnerleriyle birlikte olan ve aynı üniformaları giyen vatandaşların yaşadığı “Tek Devlet” teki hayatı, komşu gezegenleri elde etmek için tasarlanmış bir hükümet projesinin mühendisinin günlük kayıtları vasıtasıyla aktarır. Bu yönüyle Benim’in George Orwell’ın Bin Dokuzyüz Seksen Dört (1949)’ü gibi birçok modern distopik metnin temellerini oluşturan metin olduğuna inanılır. Sürekli ve kim tarafından seçildiği bilinmeyen “Hayırsever” ve onun totaliter diktatörlüğü vasıtasıyla Zamyatin, katı utulitarizm ve liyakatın tehlikeleri hakkında uyarıda bulunur. Zamyatin’in distopyası öyle cüretkardır ki, romandaki bir örnekte dişi bir karakterin üremesine çok kısa olduğu gerekçesiyle izin verilmez.
Demir Ökçe (1907), Jack London
20. yüzyılın ilk yarısında, faşizmin korkutucu yükselişi konusunda ürkütücü bir kehanette bulunan Jack London’ın ilk siyasi romanı Demir Ökçe, sönen kapitalizmin nasıl otoriter plütokrasiye dönüştüğünü ve varlıklı grupların nasıl çiftçileri esirlere, işçileri de köleye dönüştürdüklerini güçlü biçimde resmetmesindeki yeteneğinden dolayı, George Orwell ve Leo Trotsky gibi ünlü toplumsal eleştirmenlerin övgülerine mazhar olur. Bu yeteneği London, o dönemler futuristik olan 1912-32 dönemindeki “İkinci Devrim” hikayesi şeklinde, 26. Yüzyılda (huzurlu, sosyalist bir toplumda, ekonomik ve sosyal refah içinde yaşayan) kurgusal karakter olarak bir tarihçinin ağzından okuyucuya aktarır. Bu tarihçi devrimin siyasi liderinin taraftarı olan Avis Everhard tarafından kaleme alınmış el yazmasını düzenlemektedir. Bu el yazması, plütokrasinin nasıl alt tabakadan insanları harcadığını ve gizli çıkarcılar vasıtasıyla demokrasiyi toplumdan dışladığının yanı sıra devrimin böylesi her yerde olan güçlü bir dayatmaya nasıl yenik düştüğünü hikayelemektedir. Bu muhteşem distopik roman, faşist rejimlerin karşısında demokrasinin önemini kabullenir bir bakış sergilerken, ikinci dünya savaşı öncesi dönemin komplo ve saldırılarını öngörür.
Cesur Yeni Dünya (1932), Aldous Huxley
Aldous Huxley’in duygularını ve uyumsuzluklarını baskılayan toplumu, deneysel, etkili bir şekilde işlediği romanı belki de bu listedeki en bilinen distopyadır. Cesur Yeni Dünya’da -hisseden, düşünen ve yaratıcı özelliklere sahip bir birey olarak ilkel manevi değerleri taşıyan- Vahşi John ve annesi, görünüşte ütopya olan yaşama adımlarını attıklarında, yeni dünyanın getirdiği ölme hakkının yanı sıra ağrı dindirici ve mutluluk verici bir uyuşturucu olan Soma’nın tehlikeli etkileriyle de yüz yüze kalırlar. Ortaya çıkan, roman yazarının ustaca sergilediği, düşünen hisseden insanın hazır ve nazır uyumunun bedelinin resmedildiği katıksız bir trajedidir.
Zaman Makinesi (1895), H.G. Wells
En iyi kitapları arasında yer alan bu romanda H. G. Wells, bilim kurgu türünün öncülüğünü yaparak zaman yolculuğu kavramını işler. Zaman Makinesi gelecekte, yüzlerce yıl sonrasına seyahat eden zaman gezginini konu edinir. Bu zamanda muhtemelen evrim ve denetimsiz kapitalizmin etkisiyle insan ırkı ikiye ayrılmıştır: maceracı ve hedonist Eloiler ile geceleri dehşet saçan ve Eloiler ile beslenen korkunç yeraltı yaratıkları Morlocklar. Bu fütürist distopyada Wells, İngiliz toplumunun üst tabakaları tarafından benimsenen inanç ve pratiklere eleştiri sunarken, insanlığın ve yeryüzünün kaçınılmaz sonu konusunda da okuyucuyu uyarır. Kendinizi bu distopik fethe kaptırırken bir yandan da nefret dolu Morlocklara ve hatta geleceğe ait yengeç-yaratıklara karşı gözünüzü açık tutun.
Otomatik Portakal (1962), Anthony Burgess
Islah olmaz bir çetenin, devlet yönetimindeki toplumun bezdirici monotonluğunu tehdit ettiği Fütürist bir distopyada “ultra şiddet” içeren tasvirleriyle bilinen Otomatik Portakal okurlara şiddet eğilimli bir genç olan Alex vasıtasıyla, kullandığı İngiliz, Amerikan ve Rus argosundan türetilmiş birey dili ile aktarılır. Burgess, anti-kahramanı “kankaları” ile birlikte normal vatandaşlara karşı rastgele şiddet eylemleri yaparken izler; acımasızca bir dövüşle doruk noktasına ulaşan ve öldürücü bir hal alan olayların ardından Alex, arkadaşları tarafından terk edilir ve yaşlı bir kadını öldürdüğü gerekçesiyle polis tarafından tutuklanır. Devlet destekli bir ıslahhanede yoğun bir psikoterapi almaya zorlanır; burada eski, sapkın benliğini unutana kadar, ona iğrenç şiddet eylemleri izletilir. Bu özgün distopik evrende Burgess, insan doğasının muhalif zihinlerinden ve ahlaksızlığını mükemmelleştirebilirliğinden doğan çelişkileri ve bunların üzerine kurulu uç siyasi sistemleri usta bir maharetle açığa çıkarır.