Anayurt Oteli

anayurt-oteli

Anayurt Oteli 1973’te yayımlanmış. Yusuf Atılgan’ın ikinci romanı. İlki 1959 tarihli Aylak Adam. Zaten topu topu üç roman yayımlamış Yusuf Atılgan. İşin takdire şayan yanı, bu romanlardan ikisi, Aylak Adam ve Anayurt Oteli, bugün çoktan kült olmuş durumdalar. Hem bu romanlar hem de bu romanların başkahramanları çağdaş Türk edebiyatında önemli bir yere sahipler. Her ikisinde de çığlık aynı çığlık. Yalnızlık, yabancılaşma, sevgisizlik, anlamsızlık dört bir yanı sarmış durumda. Bir yakınlık, bir sıcaklık, şöyle sahicisinden biraz sevgi çok şeyi değiştirebilir. Çığlık aynı çığlık ama iki romanda atmosfer birbirine taban tabana zıt. Aylak Adam’da hava çokluk güneşli, odalar aydınlık, deniz var, püfür püfür rüzgâr var, iyi kötü umut var. Anayurt Oteli ise karanlık. Roman karanlık, kahramanı karanlık, ortalıkta hastalıklı bir şeyler var. Cinayet kokusu, suç kokusu var. Zebercet tedirgin, okuyucu tedirgin… Roman soğuk ve uzak…

Gelelim konuya… Zebercet bir Anadolu kasabasında (Manisa’da mı bu kasaba?) bulunan istasyona yakın Anayurt Oteli’nin kâtibi. Vaktiyle bir konakmış burası. Zebercet’in annesi o konağa besleme olarak gelmiş. Yıllar yılları izlemiş, konak bir otele dönüşmüş. Önce babası, babasının ölümünden sonra da Zebercet otelin sorumluluğunu üstlenmiş. Sözün kısası, Zebercet’in tüm dünyası bu otel olmuş. Tüm yaşamı burada geçmiş. İlkokuldan sonra okutmamış babası. Yusuf Atılgan romanın başında

Zebercet’in dış görünümünü şöyle tarif ediyor:   
“Zebercet: Orta boylu denemez; kısa da değil. Askerliğindeki ölçülere göre boyu bir altmış iki, kilosu elli dört. Şimdilerde, otuz üç yaşında, gene don-gömlek kantara çıksa elli altı ya da elli yedi kiloyu bulur. İki yıldır karın kasları gevşemeye başladı. Başı bedenine göre büyükçe, alnı geniş; saçları, kaşları, gözleri, bıyığı koyu kahverengi; yüzü kuru, biraz aşağıya çekik ama gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gittiği sabah aynaya baktığında gördüğü kadar değil. Elleri küçük, tırnakları kısa; omuzları, göğsü dar. Yedi aylık doğmuş. 1930 Kasımının 28’inde akşama doğru ağrıları tutmuş anasının…”

Otelde Zebercet’ten başka, bir de ortalıkçı kadın kalıyor. Zebercet kadından tiksiniyor tiksinmesine ama kadının ağır uykusunda ondan yararlanmaktan da geri kalmıyor. Tıpkı bir ölüyle beraber olur gibi… Zebercet’in bu tekdüze, umutsuz, yarınsız yaşamı bir gün ansızın değişiveriyor. Gecikmeli Ankara treniyle gelen ve ertesi gün otelden ayrılan gizemli kadın Zebercet’i yaşama bağlayacak bir nedene dönüşüveriyor birdenbire. Zebercet’in sevme ve sevilme ihtiyacı o kadar büyük ki, takıntılı bir biçimde kadının dönüşünü beklemeye başlıyor. Bu arada, belki de hayatında ilk kez dış görünüşünü değiştiriyor. Bıyıklarını kesip, kendisine yeni giysiler alıyor. Ancak Zebercet kadından umudu kesince işin seyri değişiveriyor. İlk iş oteli kapatıyor. Çaresizlik içinde dış dünyaya açılmayı deniyor ama her haliyle çok ayrıksı… İçinde yıllar yılı azar azar büyümüş tüm marazî duygular birdenbire gün yüzüne çıkıveriyor. Sonrası giderek daha karanlık, giderek daha hastalıklı…

Neredeyse hepimiz Anayurt Oteli’nin 80’lerde sinemaya aktarıldığını biliriz. 1986’da Ömer Kavur tarafından… Macit Koper’in Zebercet yorumu çok başarılıdır. Ortalıkçı kadın rolünü de Serra Yılmaz oynamıştır filmde. Ancak bu kadar başarılı bir casting olabilir herhalde. Romanı okuyanlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır, eminim. İçimde filmi yeniden izleme isteği doğdu. Bu arada, bu roman bazı çağrışımlar yaptı bende. Birincisi, Shining filmi (roman Stephen King’e ait, yönetmen Stanley Kubrick, başrolde Jack Nicholson)… İzlemeyenlere tavsiye ederim. İkinci çağrışım Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı… Özellikle Zebercet’in kestaneciyle olan sahnesi bana feci halde yeraltı adamını hatırlattı. Son çağrışımsa Albert Camus’nün Yabancı’sı… Tüm o yabancılaşma, anlamsızlık, saçmalık… Yazar roman boyunca Zebercet’i “ne sağ ne ölü” diye tarif ediyor. Ne sağ ne ölü bir insan kendi deyimiyle “olanakların sonuncusuna ulaşınca” ne yapar sahi?

Yorum Yap

Yorumlar